Milletlerarası yetki nedir?
Yabancı unsurlu olaylarda belirli bir devletin mahkemelerinin yetkili olup olmadıkları “milletlerarası (uluslararası) yetki kavramı” ile ifade edilir. Örneğin, devlet ülkesi dışında gerçekleşmiş bir haksız fiile ilişkin olarak yargı yetkisini kullanabilir.
Milletlerarası usul hukuku;
- Yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklarda yetkili mahkemenin belirlenmesi,
- Tarafların yabancılık sıfatına bağlı olarak teminat yatırması veya adli yardımdan faydalanması,
- Tebligat,
- Yabancı ülkelerden delil temin edilmesi,
- Yabancı devlet mahkemelerince verilen kararların tanınması ve tenfiz edilmesi
gibi ortaya çıkan medeni usul hukuku meselelerini inceleyen bir bilim dalıdır.
Milletlerarası teriminin kullanılma sebebi yabancılık unsuruna işaret etmektir.
Milletlerarası usul hukuku kuralları da milli (yerel) hukuk kuralları içinde yer almakta olup devletler genel hukukunun bir parçasını oluşturmazlar. Aynı şekilde milletlerarası yetki kavramı ile ifade edilmek istenen de, hangi hukuki uyuşmazlıkların hangi devlet mahkemesinde görüleceği meselesi değil, yabancılık unsuru içeren bir uyuşmazlığın o devlet mahkemesince görülüp görülemeyeceği meselesidir.
Medeni usul hukuku, kişilerin maddi hukuktan doğan sübjektif haklarının korunmasını amaçlamaktadır.
Medeni usul hukuku böylelikle maddi hukuktan doğan bir hakkı ihlal edilen kişinin hakkını elde etmesi süreci olarak da ifade edilebilir. Bu sürecin süjelerini, mahkeme ve taraflar (davacı – davalı) oluşturmaktadır.
Mahkeme unsuru veya taraf unsurunda eksiklik olması hâlinde, modern hukuklarca kabul edildiği anlamda bir yargılama faaliyetinin varlığından da bahsedilmez.
Usul hukukunun aslî süjelerinden biri olan taraflar, mahkemelerin yetkisinin belirlenmesi konusunda önemli bir işleve sahiptir.
Davacı taraf; davayı açıp açmamaya, açacaksa hangi hukuki sebebe dayanacağına ve davayı açacağı yer mahkemesine karar verecektir.
Mahkemenin yetkisinin belirlenmesinde davacının sahip olduğu bu imkân, usul hukukunda tasarruf ilkesi (Dispositionsgrundsatz) olarak ifade edilmektedir.
Yabancılık unsuru
Türk hukukunda MÖHUK’ta yabancılık unsuruna ilişkin herhangi bir tanıma yer verilmemiştir.
Keza Kıta Avrupası hukukunda da genel bir yabancılık unsuru tanımına yer verilmemiştir.
Türk hukuk doktrininde yabancılık unsuru, bir hukuki ilişkinin birden fazla hukuk nizamı ile ilişki içinde olması şeklinde tanımlanmaktadır.
Milletlerarası yetki kurallarının uygulanabilmesi için ilk olarak yabancılık unsurunun tespit edilmesi gerekmektedir.
Yabancılık unsurunun klasik görünüm biçimlerine, tarafların vatandaşlığı, yerleşim yeri veya mutad meskeninin yabancı bir devlette olması gibi taraflardan kaynaklanan hâller; dava konusu uyuşmazlığın yabancı bir devlette bağlantısı olması örneğin bir haksız fiil söz konusu ise fiilin yabancı bir devlette işlenmiş olması gibi örnekler verilebilir.
Ancak her yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlık bakımından, o devlette mutlaka yetkili bir mahkeme bulunması zorunlu değildir.
MÖHUK md. 1’de kanunun kapsamı şu şekilde düzenlenmiştir: “Yabancılık unsuru taşıyan özel hukuka ilişkin işlem ve ilişkilerde uygulanacak hukuk, Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisi, yabancı kararların tanınması ve tenfizi bu Kanunla düzenlenmiştir.”
Milletlerarası yetki kurallarının devreye girmesi için aranan yabancılık unsuru, o yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlık ile o devlet mahkemesi arasında, o devlet mahkemesinin kendisini yetkili görebilmesi için aranan bağlantı ile eşdeğer olmak zorunda değildir.
O hâlde, yabancılık unsuru taşıyan bir uyuşmazlıkta, mahkemece o davayı görmede yetkili olup olmadığına ilişkin tespit milletlerarası yetki kurallarının uygulanması ile yapılacaktır.
Ancak her yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlık bakımından mutlaka yetkili bir mahkeme bulundurulması zorunluluğu yoktur.
Usul Hukukunda Lex Fori Hâkimiyeti Prensibi ve İstisnaları
Davanın görüleceği mahkeme, uyuşmazlığın çözümünde uygulanacak usul hukuku kurallarının tespit edilmesinde son derece önemli bir işleve sahip olmaktadır. Zira Kıta Avrupası, Türk, Amerikan ve İngiliz hukukunda milletlerarası usul hukukuna hâkim olan ilkelerden biri de lex fori prensibidir.
Buna göre kural olarak, yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklarda mahkemeler kendi usul hukukunda yer alan kuralları uygularlar.
Hiçbir devlet mahkemesi yabancı bir devletin usul kuralları ile bağlı değildir. Bu prensibin temelinde devletlerin egemen eşitliği ilkesi yatmaktadır.
Lex fori ilkesinin istisnalarını, çok sınırlı alanlarda görmek mümkündür. Bu alanlar, her ne kadar usul hukukuna ait konular olsalar da maddi hukuk karakterlerinden ötürü kuralın istisnasını oluşturmaktadırlar. Örneğin, dava ehliyeti ve taraf ehliyeti gibi konularda bunların içeriklerini oluşturan maddi hukukun tespiti lex fori’ye göre değil, esasa uygulanacak hukuk tarafından yapılır.
Usul hukukunda yer alan kurallar, uyuşmazlığın esasını çözmek için bir kural vazetmezler, tarafların maddi hukuktan doğan hak ve taleplerini ne şekilde ileri sürebileceklerini, mahkemenin bu iddiaları değerlendirirken (yani yargılama yaparken) hangi kurallar ile bağlı olacağını düzenler.
İlk bakışta, birden fazla devlet mahkemesi arasında uygulanacak maddi hukuk bakımından bir farklılık yoksa davanın hangi mahkemede açılacağının bir önemi olmayacağı gibi bir izlenim edinilebilir. Ancak uygulanacak usul kuralları, mahkemece varılacak sonuç üzerinde büyük bir etkiye sahip olmaktadır.
Bunun en tipik örneği ispat hukukuna ilişkin farklılıklardır. Bir iddianın hangi delil ile ispatlanabileceği, maddi hukuk karakterinden ötürü ana kural lex fori’nin istisnasını oluşturmaktadır.
Ancak delilin mahkemeye nasıl sunulacağı, yabancı bir ülkeden temin edilecekse bunun nasıl gerçekleştirileceği konuları lex fori kapsamında mahkemenin hukukuna göre belirlenecektir.
O hâlde, taraflarca ileri sürülmek istenen delillerin teminine ve kabulüne ilişkin farklı usul kurallarına sahip iki mahkemede açılacak bir davada, o uyuşmazlığın esasına aynı hukuk uygulanıyor olsa dahi farklı sonuçlara varılmasına yol açacaktır.
Bu konuda verilebilecek bir diğer çarpıcı örnek ise Amerikan hukukunda kullanılmakta olan jürili yargılamadır. Jürili yargılama ve keşif konusundaki avantajlarından ötürü, yetki anlaşmaları yapılmak suretiyle ABD mahkemelerinin tercih edilmesi uygulamada çok yaygındır.
Milletlerarası usul hukukunda lex fori prensibi hâkimiyetinin ikinci sonucu, doğabilecek vasıflandırma sorunlarının kural olarak bu prensibe göre çözülmesidir.
Usul hukukunda yer alan kuralların hangilerinin maddi hukuk karakterli ve hangilerinin usul hukuku karakterli olduğuna ilişkin vasıflandırma problemleri, lex fori’ye uygun olarak mahkemece kendi hukukunun uygulanması sureti ile çözülecektir.
Milletlerarası yetki kurallarının uygulanmasında da kuralda yer alan hukuki ilişkinin vasıflandırılması lex fori’ye göre yapılacaktır. Yine bir milletlerarası yetki kuralında kullanılan bağlama noktalarının içeriği kural olarak mahkemenin hukukuna göre belirlenecektir. Fakat bu kuralın bazı istisnaları vardır.
Niteliği gereği maddi hukukta yer alan bir hususun, milletlerarası yetkinin belirlenmesinde bağlama noktası olarak kullanıldığı hâllerde, vasıflandırmanın her zaman lex fori’ye göre yapılması mümkün değildir.
Örneğin; MÖHUK md. 40 atfı ile uygulanacak olan HMK md. 10’da yer alan sözleşmelerden doğan uyuşmazlıklarda yetkili mahkemeyi gösteren kural, sözleşmenin ifa yeri mahkemesini yetkili kabul etmektedir.
Sözleşmenin ifa yerinden ne anlaşılması gerektiği ve nasıl tespit edileceği gibi konularda doğrudan mahkemenin hukuku uygulanarak bir sonuca varılamaz, bu tespitlerin esasa uygulanacak hukuka göre yapılması gerekir.
Milletlerarası Derdestlik ve Bekletici Mesele
Derdestlik tarafları, dava sebebi ve konusu aynı olan ikinci bir davanın açılması olarak tanımlanmaktadır.
Bu şekilde ortada iki tane aynı taraflar arasında aynı dava sebebine dayanan aynı konuda iki dava oluyor.
Derdestlik iç hukuku bakımından HMK m. 114/1-ı) uyarınca bir dava şartı olarak kabul edilmiştir.
Dava şartları da yargılamanın her aşamasında re’sen gözetilir ve taraflar da yargılamanın her aşamasında bu durumu ileri sürebilir.
Yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıkların tarafları, dava yetkili bir ülke mahkemesinde derdest iken, bir başka ülke mahkemesinde tarafları, konusu ve sebebi aynı olan davayı açabilmektedir.
Bu husus karşımıza iki farklı durumda çıkmaktadır. Dava herhangi bir yetkili ülke mahkemesinde görülmekte iken; aynı davanın bir başka yetkili ülke mahkemesinde açılmasıdır. Dava herhangi bir yetkili ülke mahkemesinde derdest iken; aynı dava ilk davanın davalısı tarafından bir başka ülke mahkemesinde, adeta bir karşı dava şeklinde açılabilir. Böyle bir durumda aynı davanın birden çok ülke mahkemesinde görülmesi, milli mahkemelerce milletlerarası derdestlik itirazının kabulü ile önlenebilir.
Türk Hukukunda Milletlerarası Derdestlik
Türk hukukunda yabancı derdestliğe ilişkin olarak ne 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanununda ne de HMK’da açık bir hüküm mevcuttur.
Türk hukuku bakımından yabancı derdestlik üç halde ileri sürülebilir:
- MÖHUK m.41 uyarınca, Türk vatandaşlarının kişi hallerine ilişkin davalar yabancı ülkede açılmadığı veya açılamadığı takdirde Türk mahkemelerinde görülebilecektir.
- MÖHUK m.47 uyarınca, yabancı mahkeme yetki sözleşmesiyle yetkilendirildiği takdirde ancak yabancı mahkeme kendisini yetkisiz sayarsa veya yetki itirazında bulunmazsa dava Türk mahkemesinde açılabilecektir.
- Milletlerarası bazı anlaşmalarda yetkili kılınan mahkemelerde daha önce dava açıldığında daha sonradan diğer bir ülke mahkemesinde dava açılırsa derdestlik ileri sürebilme imkânı tanınmışsa derdestlik ileri sürülebilecektir.
Yukarıda sayılan hallerde yabancı ülkede dava açıldığı takdirde bu davanın Türkiye’de açılması halinde milletlerarası derdestlik ileri sürülebilecektir. Bu üç hal dışında milletlerarası derdestlik kabul edilip edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı bulunmaktadır.
Türk Hukukunda Milletlerarası Bekletici Mesele
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 165. maddesine göre, “Bir davada hüküm verilebilmesi, başka bir davaya, idari makamın tespitine yahut dava konusuyla ilgili bir hukuki ilişkinin mevcut olup olmadığına kısmen veya tamamen bağlı ise mahkemece o davanın sonuçlanmasına veya idari makamın kararına kadar yargılama bekletilir.”
Söz konusu maddeden de anlaşılacağı üzere; Türk mahkemesi, görmekte olduğu davanın karara bağlanabilmesi, bir başka davanın kısmen veya tamamen sonucuna bağlı ise, önündeki davayı başka bir davanın konusu olan ihtilafın kesin karara bağlanmasına kadar erteleyebilir.
İç hukuk bakımından bekletici mesele kanunda açıkça zorunlu kılınmadıkça ihtiyari niteliğe sahiptir.
Bekletici mesele yapma hususunda yabancılık unsuru içeren uyuşmazlıklar bakımından yabancı mahkeme kararının bekletici mesele yapılıp yapılmayacağı konu tartışmalıdır.
Bir görüşe göre en azından ilgili yabancı mahkeme kararının tanıma ve tenfizi mümkünse bekletici mesele yapılabilmelidir. İkinci görüşe göre ise yabancı mahkeme kararları hiçbir şekilde bekletici mesele yapılamaz.
Türk hukukunda bu konuyla ilgili bir düzenleme mevcuttur.
Türk Ticaret Kanunu’nun 1361. Maddesine göre;
(1) İhtiyati haciz kararı veren mahkeme, haksız çıkan alacaklı aleyhine açılacak tazminat davasını da görmeye yetkilidir.
(2) Deniz alacağının esası hakkında yurtiçinde veya yurt dışında mahkemede veya hakem önünde dava açılmışsa, bu davanın sonuçlanması, tazminat davası yönünden bekletici sorun oluşturur.
Münhasır yetki nedir möhuk?
Münhasır yetki, özellikle yabancı mahkeme kararlarının tanınması ve tenfizi ile yetki sözleşmelerine ilişkin sonuçlar doğurmaktadır. Şöyle ki; i) MÖHUK m. 54 (1) 6 hükmünde yabancı mahkeme kararının Türk mahkemelerinin münhasır yetkisine giren bir konuda verilmiş olması, tenfiz engeli olarak düzenlenmiştir.
Münhasır yetki kesin yetki midir?
Taraflarca aksi kararlaştırılmadıkça dava sadece sözleşmeyle belirlenen bu mahkemelerde açılır. Kanun koyucu münhasır yetki sözleşmesindeki düzenlemede “kesin yetki” ibaresine yer vermemekle birlikte özel ve genel yetkili mahkemelerin kesin olmayan yetkisinin ortadan kalkacağını açıkça belirtmiştir.
Medeni usul hukukunda taraf ve irade serbestisi kavramları
Usul hukukunda taraf kavramı; bir davada kendisi adına hukuki koruma isteyen (davacı) ile kendisine karşı hukuki koruma istenen (davalı) kişileri ifade etmek üzere kullanılmaktadır.
Çekişmesiz yargı kapsamına girmeyen tüm davalarda, iki taraf prensibi kabul edilmiştir.
Yani bir davanın taraflarını, davacı ve davalı oluşturacaktır.
Davacı ve davalı tarafında birden fazla kişi bir arada bulunabilirken, bir davada davacı veya davalı taraf dışında üçüncü bir tarafın bulunması, bu sistem çerçevesinde mümkün değildir.
Davacı, taraflar arasındaki hukuki ilişkideki durumundan bağımsız olarak davayı açan taraftır. Davalı taraf ise kendisine karşı dava açılan taraftır.
Milletlerarası usul hukuku bakımından da bu prensip geçerlidir. Yabancılık unsuru içeren davalar bakımından da mutlaka bir davacı ve bir davalı taraf bulunmalıdır.
Davanın taraflarını oluşturan davalı ve davacının eşit konumda olduğu kabul edilmektedir.
Davacı ve davalı taraf eşit şartlara tâbi tutulmakta ve aynı düzenlemelere tâbi olmaktadır. Ancak buradaki eşitlik, şekli anlamda bir eşitliktir. Taraflar arasında maddi anlamda bir eşitlik bulunmamaktadır.
Davacı, davayı açacağı zamanı, hukuki sebebi ve mahkemeyi seçer. Bununla birlikte davacı, davayı açabilmek için yargılama masraflarını ödemekle yükümlüdür. Davalı, ilk etapta kendini savunmak zorunda olan taraftır, mahkemenin yetkisine itiraz ve kural olarak kendi yerleşim yerinde kendisine karşı dava açılabilmesi kuralları ile davacı karşısındaki konumu dengelenmektedir.
Milletlerarası usul hukuku bakımından davacı ile davalının konumu arasındaki maddi anlamdaki eşitsizlik daha ön plana çıkmaktadır.
Davacının davayı açacağı mahkemeyi seçme imkânı, milletlerarası usul hukukunda coğrafi olarak değil, farklı devlet mahkemeleri arasında yapılacak bir seçime ilişkin olmaktadır. Bunun sonucunda dava görülürken uygulanacak usul hukuku kuralları farklı olacağı gibi, uyuşmazlığın esasına uygulanacak hukuk bakımdan da farklılık olabilecektir.
İrade serbestisi, borçlar hukukunun temel ilkelerinden biridir. Kural olarak, hukukun çizdiği sınırlar içerisinde taraflar serbestçe aralarındaki ilişkisinin kapsamını ve hükümlerini belirleyebilirler.
İrade serbestisi ilkesi, tarihsel olarak Roma hukukundan beri kabul edilen bir ilke olmasına rağmen, bugünkü anlamını liberalizm ile birlikte kazanmıştır. Bu ilkenin kaynağı tarafların özel hukuk ilişkilerinde, iradelerine mümkün mertebe öncelik verilmesi, devlet tarafından müdahale edilmemesi oluşturmaktadır.
Maddi hukuk karakteri ile ifade edilmek istenen, irade serbestisinin, belirli bir hukuki sorunu çözmek için var olan maddi hukuk kuralları arasında yer alan bir kavram olmasıdır. Bunun karşıtı olarak kullanılan usul hukuku kavramı ile belirli bir hukuki sorunun ne şekilde çözüleceğini gösteren kurallar ifade edilmek istenmektedir.
Borçlar hukukunda sözleşme serbestisi olarak kabul edilen bu ilkenin kapsamına; sözleşme yapma özgürlüğü, sözleşmenin içeriğini belirleme özgürlüğü, sözleşmenin tipini belirleme özgürlüğü, sözleşmenin şeklini belirleme özgürlüğü girmektedir.
İrade serbestisine etki tanınan en büyük alan borçlar hukuku alanı olmakla birlikte, hukukun diğer alanlarında örneğin aile hukuku, miras hukuku gibi alanlarda da irade serbestisine etki tanınmaktadır.
İrade serbestisinin kabul edildiği bir diğer alan milletlerarası özel hukuktur.
Milletlerarası özel hukuk alanında iki görünüm hâli vardır. İlki, kanunlar ihtilafı alanında kural olarak taraflar aralarındaki borç ilişkisinden doğabilecek ihtilafların çözümünde uygulanacak hukuku seçebilirler.
Bu prensip, bugün için birçok devletçe kabul edilmektedir. Milletlerarası ticari/borç sözleşmelerinde uygulanacak hukukun tespitinde hâkim en temel ilke irade serbestisidir.
Milletlerarası özel hukukta kabul edilen hukuk seçimi imkânı, irade serbestisinin bir uzantısı olmaktadır. Tarafların aralarındaki hukuki ilişkiden doğan uyuşmazlıklara uygulanacak hukuku belirleme imkânı ilk başlarda sadece borçlar hukuku alanında kabul edilen bir prensip iken, bugün sınırlı olarak aile hukuku, eşya hukuku ve miras hukuku alanlarında da kabul edilmektedir.
Milletlerarası özel hukuk alanında irade serbestisine etki tanınan ikinci hâl ise yetki anlaşmalarıdır. Taraflar aralarındaki borç ilişkisinden doğacak ihtilafların çözümünün hangi mahkeme tarafından yapılacağını kararlaştırabilirler. Görüleceği üzere irade serbestisinin temelinde sözleşme özgürlüğü yatmaktadır.
Bunun kapsamına, tarafların aralarındaki ilişkinin maddi hükümlerini düzenleme, çıkabilecek uyuşmazlıkların hangi hukuka tâbi olarak çözüleceğini seçme ve son olarak hangi mahkemece çözüleceğini belirleme imkânı girmektedir.
İrade serbestisi kavramı esasında maddi hukuk karakterli bir kavramdır.
Maddi hukukta, bilhassa sözleşmeler alanında kabul edilen bu prensip, hukukun kamu düzeni mülahazaları ile dış sınırını çizdiği alan içerisinde tarafların özgürce aralarındaki ilişkiyi düzenleyebilmesi anlamına gelmektedir. İrade serbestisi terimi, maddi hukukta olduğu gibi medeni usul hukuku alanında da (bilhassa mahkemelerin yetkisi) kullanılmaktadır.
Ancak medeni usul hukukunun sahip olduğu kamu hukuku karakteri ve maddi hukuk kurallarıyla arasındaki nitelik farkından ötürü irade serbestisi usul hukukunda sınırlı alanlarda uygulama alanı bulabilen bir kural olmaktadır.
Medeni usul hukukunda yer alan çoğu kural emredici niteliğe sahip olup taraflarca aksi kararlaştırılamaz niteliktedir.
Ayrıca medeni usul hukuku kuralları, taraflar arasındaki uyuşmazlığı çözen maddi hukuk kuralları değildir, tarafların iddia ve taleplerini ne şekilde ileri süreceğini, yargılamanın ne şekilde cereyan edeceği gibi konuları düzenler. Bu açıdan şekli bir hukuktur. Hatta Alman hukukunda, usul hukuku veya usul kanunu terimi yerine, yargılama usulü/kuralları terimi kullanılmaktadır.140 Medeni usul hukukunun bu karakterine rağmen kural olarak irade serbestisi prensibini yasaklayan bir düzenleme ise bulunmamaktadır.
Doktrinde, kanunda emredici olarak düzenlenmeyen konularda tarafların irade serbestileri çerçevesinde usul hukuku sözleşmeleri yapabilecekleri ifade edilmektedir.
Buna gerekçe olarak ise usul hukukuna egemen ilkelerden “tasarruf ilkesi” ve “taraflarca getirilme ilkesi” gösterilmektedir.
Bu genel serbesti içerisinde medeni usul hukukunda tarafların iradesine etki tanınan ilk alan olarak akla yetki anlaşmaları gelmektedir.
Taraflar aralarındaki hukuki ilişkiden doğan veya doğabilecek uyuşmazlıkların çözümü için belirli sınırlar dâhilinde yetkili mahkemeyi isterlerse münhasır olarak seçebilirler. İrade serbestisine etki tanınan bir diğer alan, tahkim anlaşmalarıdır. Taraflar aralarındaki mevcut uyuşmazlığın ya da ileride çıkabilecek uyuşmazlıkların mahkemeler yerine tahkimde görülmesi konusunda anlaşma yapabilirler.
Tahkim yolu ile uyuşmazlıkların çözülmesinde tarafların irade serbestilerine tanınan etki, mahkemeler nezdinde uyuşmazlıkların çözülmesinde tarafların sahip olduğu serbestiye nazaran çok daha geniştir.
Geçerli bir tahkim anlaşması yapılması, kural olarak mahkemelerin yetkisini ortadan kaldırıcı bir etkiye sahip olmaktadır. Böylelikle tahkim anlaşmasının etkisi bakımından, tıpkı yetki anlaşmasında olduğu gibi, tarafların usul hukukunda “mahkemenin yetkisini ortadan kaldırma” konusunda sahip oldukları iradenin dikkate alındığı sonucuna varılabilir.
Usul hukukunda hem bir mahkemeye yetki kazandırma noktasında hem de bir mahkemenin yetkisinin ortadan kaldırılması noktasında tarafların irade serbestisine sahip olduğu söylenebilir.
Ancak önemle eklemek gerekir ki çoğu hukuk sisteminde tarafların bir mahkemeye yetki kazandırma veya mahkemenin yetkisini ortadan kaldırma konusunda sahip oldukları irade serbestisi sınırlı konular açısından kabul edilmektedir.
Son olarak medeni usul hukukunda kabul edilen delil sözleşmesi yapma imkânından bahsedilmesi gerekmektedir.
Delil sözleşmesi, bir davada hangi iddianın hangi delil ile ispat edilebileceği ve ispat yükünün kimde olacağına ilişkin taraflar arasında yapılan bir sözleşmedir.
Delil sözleşmeleri de usul hukukunda irade serbestisinin açıkça kabul edildiği bir alanı oluşturmaktadır. Bunlar dışında tarafların üst yargı merciine başvurmama, belirli bir talep hakkında hiç dava açmama veya belirli süre içerisinde açma gibi konularda da aralarında yaptıkları sözleşmelere de etki tanınabilir.
Medeni usul hukukunda tarafların irade serbestilerine etki tanınan alanların sınırını, tarafların adalete erişimini engellememe, adil yargılanma hakkı, dürüstlük kuralı gibi birçok hukuk sisteminde hâkim olan ilkeler oluşturmaktadır.
Milletlerarası yetki anlaşmaları
Milletlerarası yetki anlaşmaları terimi, yabancılık unsuru içeren uyuşmazlıklar bakımından tarafların aralarındaki sözleşmeye koyacakları bir kloz ile veya müstakil olarak yapacakları bir yetki anlaşması ile irade serbestilerine dayanarak yetkili mahkemeyi belirlemesi imkânını ifade etmek için kullanılmaktadır.
Tıpkı, milletlerarası usul hukuku veya milletlerarası yetki terimlerinde olduğu gibi, buradaki milletlerarası terimi ile yabancılık unsuruna işaret edilmek istenmektedir.
Yani burada devletler arasında yapılan bir yetki anlaşmasından değil, özel kişiler arasında belirli bir devlet mahkemesi lehine yapılan anlaşmalardan bahsedilebilir.
Milletlerarası yetki anlaşmaları, özellikle ticaret hukuku alanında oldukça sık kullanılan bir uyuşmazlık çözüm yöntemi olmaktadır.
Örneğin, AB üyesi devlet vatandaşları arasında yapılan satım ve hizmet sözleşmelerinin %70’inde taraflar milletlerarası yetki anlaşmaları yoluyla potansiyel uyuşmazlıkların çözülmesini kararlaştırmayı tercih etmektedir.
Tarihsel gelişim içerisinde mahkemenin yetkisinin belirlenmesinde irade serbestisine etki tanınan ilk alanın, davacının davasını bir mahkemede açması, bunun karşısında davalının da itirazda bulunmaması üzerine o mahkemenin yetki kazanması şeklinde cereyan ettiği ifade edilmişti.
Ancak irade serbestisi üst başlığı altında incelemesi gereken esas konu “milletlerarası yetki anlaşmaları” olmaktadır.
Zira teknik anlamı ile yani tarafların hukukun emredici sınırları içerisinde serbestçe aralarındaki hukuki ilişkileri düzenleyebilmelerinin mahkemelerin yetkisi bakımından görünüm biçimi milletlerarası yetki anlaşmalarıdır.
Milletlerarası yetki anlaşması ile taraflar kural olarak bir devlet mahkemesine yetki kazandırırken, bir başka devlet mahkemesinin de yetkisini ortadan kaldırırlar. Böylelikle milletlerarası yetki anlaşmasının etkisinin “seçilen mahkemeye yetki kazandırma” ve “diğer yetkili bütün mahkemelerin yetkisini ortadan kaldırma” olduğu söylenebilecektir.
Milletlerarası yetki anlaşmasının geçerliliğinin incelenmesi iki hâlde söz konusu olabilir. İlk olarak milletlerarası yetki anlaşması ile yetkilendirilen devlet mahkemesinde dava açıldığı zaman, bu mahkemenin yetkisine ilişkin yapılacak bir itirazda, mahkemece yetkisinin dayanağı olan milletlerarası yetki anlaşmasının geçerliliği incelemeye tâbi tutulabilecektir.
İkinci olasılık ise, milletlerarası yetki anlaşması ile yetkisi ortadan kaldırılan mahkeme nezdinde açılacak bir davada, yetki itirazında bulunularak mahkemenin yetkisizlik kararı vermesi istenebilir. Yetkisi ortadan kaldırılan mahkeme de bu sebeple milletlerarası yetki anlaşmasının geçerliliği hakkında bir inceleme yapabilecektir.
Milletlerarası niteliği haiz olmayan ve iç hukuk bakımından sadece coğrafi olarak bir mahkemeye yetki kazandıran ve yer itibariyle yetkili diğer mahkemenin yetkisini ortadan kaldıran yetki anlaşmaları açısından, yetki anlaşmasının geçerliliği aynı hukuki rejime tâbi olacağı için, çok fazla probleme yol açacak nitelikte olmayacaktır.
Örneğin; uyuşmazlığı görmek bakımından genel yetkili olan davalının yerleşim yeri mahkemesi Ankara mahkemelerinin yetkisi, bir yetki anlaşması ile ortadan kaldırılıp yerine İstanbul mahkemeleri yetkili kılındığı zaman, İstanbul mahkemelerinde açılacak bir davada hâkim yer itibariyle yetkisini araştırırken HMK’daki kuralları uygulayarak bir karara varacaktır.
Eğer dava Ankara mahkemelerinde açılmış olsaydı, davalının itirazı üzerine hâkim yapacağı incelemede yine HMK kurallarını uygulayacaktı. Böylelikle yetki anlaşmasını idare eden hukuki rejim Türk hukuku olacaktır.
Sonuç olarak HMK’daki şartları sağlayıp sağlamadığına göre yapılacak inceleme neticesinde anlaşma ya geçerli ya da geçersiz kabul edilecektir.
Oysa milletlerarası yetki anlaşmasının geçerliliğinin farklı devlet mahkemelerinde tartışılması ve bunun neticesinde de farklı hukuki rejimlere tâbi olması söz konusu olabilmektedir.
Örneğin; bir Alman şirketi ile Türk şirketi arasında yapılan milletlerarası yetki anlaşmasında, İsviçre mahkemeleri yetkili kılınmışsa, taraflardan birinin Türk mahkemelerinde dava açması hâlinde mahkemece milletlerarası yetki anlaşmasına hangi hukuk uygulanacaktır sorusu önem kazanmaktadır. Burada, yetki anlaşmasının bir usul hukuku sözleşmesi olarak kabul edilip, doğrudan forumun hukukunun uygulanması bir ihtimal olabileceği gibi, yetki anlaşmasının maddi hukuk karakteri göz önüne alınarak o sözleşme ile sıkı ilişkili hukukun uygulanması da düşünülebilecektir.
Milletlerarası yetki anlaşmaları bu kapsamda çok karmaşık bir konu olmaktadır. Zira bu karmaşıklık, onun hem maddi hukuk karakterine hem de usul hukuku karakterine sahip bir anlaşma olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu özelliği dikkate alınarak milletlerarası yetki anlaşmaları, meydana gelme şartları ve geçerliliği maddi hukuk karakterli ancak şartları ve etkisi usul hukuku tarafından idare edilen sözleşmeler olarak tanımlanabilir.